Shakyamuni Buddha’nın Yaşamı

20:39
İçinden baktığınız geleneğe bağlı olarak, Buddha hem kendi olağanüstü çabası ile aydınlanmaya erişen sıradan bir kişi hem de daha önceden aydınlanmış olarak 2500 yıl önce başkalarına aydınlanmanın yolunu göstermek üzere tezahür eden biri olarak görülebilir. Bu yazıda Buddha’nın yaşamına bakarak kendi spiritüel gelişimimiz için nasıl ilham alabileceğimize göz atacağız.

Giriş

Geleneksel tarihe göre, Shakyamuni Buddha (Tib. Shakya thub-pa) [Şakyamuni Buddha, Budha veya Buda olarak okunur, çn.] ya da diğer adıyla Gautama Buddha (Gau-ta-ma) [Gautama veya Gotama olarak okunur, çn.], milattan önce 566 ile 485 yılları arasında orta Hindistan’ın kuzeyinde yaşadı. Budist kaynaklar hayatı hakkında sayısız ve farklı hikâyeler içerse de, ayrıntılı bilgiler zaman içerisinde artarak ortaya çıkmıştır. İlk Budist metinlerin Buddha’nın ölümünden sadece üç yüzyıl sonra yazılmaya başlandığı gözönüne alınırsa, bu kaynaklarda anlatılan çoğu detayın doğruluğunu tespit etmek zorlaşır. Ancak, bazı ayrıntıların diğerlerinden daha sonra kâğıda dökülmüş olması da bu bilgilerin geçerliliğini reddetmemiz için yeterli değildir. Çoğu ayrıntı kâğıda geçirilirken birçok başka ayrıntı da sözel geleneğin içinde aktarılmaya devam etmiş olabilir.

Kaldı ki Buddha’nın yaşamı dâhil büyük Budist ustaların geleneksel yaşam öyküleri genellikle öğretici nitelikte olup, tarihsel kayıt tutma amacıyla derlenmemiştir. Dahası, büyük ustaların yaşam öyküleri öğretici ve esinleyici olacak şekilde, Budizm’i takip edenlerin kurtuluşa ve aydınlanmaya giden ruhani yolu izlemeleri için tasarlanmıştır. Bu nedenle, Buddha’nın yaşam öyküsünden faydalanabilmek için aktarılanları bu çerçevede anlamak ve çıkarılacak dersleri bu şekilde değerlendirmek gerekir.

Kaynaklar

Buddha’nın yaşamına dair en erken kayıtlar Theravada kutsal yazıtlarında bulunan Orta Uzunluktaki Vaazlar’ın (Pali: Majjhima Nikaya) içinde yer alan bir kaç Pali sutta’sını ve çeşitli Hinayana okullarına ait manastır disiplin kurallarını anlatan Vinaya metinlerini içerir. Ancak bu metinlerin her biri Buddha’nın yaşamına dair yalnızca kısa bölümler içermektedir.

Genişletilmiş ilk kayıt milattan önce ikinci yüzyılın sonlarında Budist manzum eserlerinden biri olan Hinayana okulunun Mahasanghika koluna ait Önemli Hususlar’da (San. Mahavastu) karşımıza çıkar. Örneğin, Üç Sepet Derlemesi’nin (Tib. sDe-snod gsum, San. Tripitaka, İng. Three Baskets) dışında yer alan bu metin, Buddha’nın kraliyet ailesine mensup bir prens olarak doğduğu detayını ekler. Bir diğer manzume, Hinayana okulunun Sarvastivada kolu eserlerinden Geniş Kapsamlı Oyun Sutra’sında (San. Lalitavistara Sutra) karşımıza çıkar. Metnin daha sonraki Mahayana nüshaları bu erken uyarlamayı ödünç alarak detaylandırmıştır; örneğin Shakyamuni’nin çağlar önce aydınlandığı ve Prens Siddhartha olarak vücuda gelmesinin sadece aydınlanmaya ulaşmanın yolunu başkalarına da göstermek için seçilen bir yöntem olduğu anlatılır.

Neticede bu yaşam öykülerinden bazıları Üç Sepet Derlemesi’ne dâhil edilmiştir. En iyi bilineni şair Ashvagosha (Tib. rTa-dbyangs) tarafından milattan sonra birinci yüzyılda yazılan Buddha’nınYaptığı İşler adlı eserdir (Tib. Sangs-rgyas-kyi spyod-pa zhes-bya-ba’i snyan-ngag chen-po, San. Buddhacarita). Diğer nüshalar daha geç tarihlerde Tantra metinlerinde, örneğin Chakrasamvara literatüründe karşımıza çıkar. Bu literatürde, Shakyamuni Geniş Kapsamlı Ayırıcı Farkındalık Hakkındaki Sutralar’ı (Tib. Sher-phyin mdo, İng. Prajnaparamita Sutras, Mükemmel Bilgeliğin Sutraları) öğretirken eşzamanlı biçimde Vajradhara olarak ortaya çıkmış ve tantraları öğretmiştir.

Tüm bu eserleden bir şeyler öğrenebilir ve ilham alabiliriz. Fakat gelin şimdi öncelikle tarihsel Buddha’yı tasvir eden vesikalara bakalım.

Doğum, Gençlik ve Dünyadan Feragat

En erken tarihli kayıtlara göre, Shakyamuni (Tib. Shakya thub-pa) zengin ve savaşçı bir aristokrat ailenin oğlu olarak bugünkü Hindistan ve Nepal sınırına yakın bir bölgede, Shakya eyaletinin başkenti Kapilavastu’da (Tib. Ser-skya’i gnas) dünyaya geldi. Kraliyet ailesine mensup bir prens olarak doğduğuna dair bir bilgi yoktur. Soylu bir prens olarak doğumu ve Siddhartha (Tib. Don-grub) [Siddartha veya Sidarta olarak okunur, çn.] ismi yalnızca daha geç tarihli kayıtlarda karşımıza çıkar. Babasının adı Shuddhodana’ydı (Tib. Zas gtsang-ma). Daha geç tarihli kayıtlarda, hem annesinin adı olan Maya-devi (Tib. Lha-mo sGyu-‘ phrul-ma), hem de onun beyaz renkli altı dişli bir filin yanına gelerek Buddha’ya mucizevî hamile kalışını anlatan rüyası ve bilge Asita’nın çocuğun büyük bir kral veya bilge olacağını haber veren kehaneti karşımıza çıkar. Daha sonra karşımıza çıkan bir diğer tasvir de Buddha’nın kusursuz doğumunun Kapilavastu’ya kısa bir mesafede bulunan Lumbini Korusu’nda olduğu, Buddha’nın doğum sırasında annesinin yanında yedi adım atarak “Geldim” dediği ve annesinin doğum sırasında hayatını kaybettiğidir.

Buddha, gençliğinde bir zevk hayatı sürdü. Evlendi ve Rahula (Tib. sGra-gcan ‘dzin) adlı bir oğlu oldu. Karısının ismi olan Yashodhara (Tib. Grags ‘dzin-ma), yine daha sonraki kayıtlarda karşımıza çıkar. Ancak yirmi dokuz yaşında, Buddha aile hayatından ve soylu mirasından feragat ederek ruhaniliğin peşinde gezgin bir dilenci oldu (Tib. dge-sbyong, San. shramana).

Buddha’nın dünyevi hayattan feragat edişini içinde bulunduğu toplum ve zaman dilimi bağlamında incelemek önemlidir. Ruhaniliğin peşinde gezgin bir dilenci olarak Buddha, karısını ve çocuğunu yoksulluk içinde yaşamaya terk etmedi. Geniş ailesi tarafından bakılacaklarına şüphe yoktu. Ayrıca, savaşçı kastının bir üyesi olarak birgün kaçınılmaz bir biçimde evinden savaşmak için ayrılacaktı, savaşçının ailesi de bu durumu erkeğin vazifesi olduğu için kabul edecekti. Eski Hindistan’da savaşçıların ailelerini askeri kamplara getirme âdeti de yoktu.

Her ne kadar savaşlar dışsal düşmanlara karşı yapılsa da, gerçek savaş kendi içsel düşmanlarımıza karşıdır ve Buddha da bu içsel savaş için mücadele etmek üzere yola çıktı. Buddha’nın ailesini bu amaçla geride bırakarak ayrılışı, manevi arayış içindeki kişinin görevinin, tüm hayatını bu arayışa adaması olduğunu gösterir. Ancak günümüzün modern dünyasında, eğer ailemizi geride bırakıp manastır hayatını seçer ve bu içsel savaşı sürdürmek istersek, öncelikle onların iyi bir biçimde bakılacaklarından emin olmamız gerekir. Bu yalnızca eşlerimizin ve çocuklarımızın değil; yaşlı ebeveynlerimizin de ihtiyaçlarını gözetmek anlamına gelir. Ancak ailelerimizi bıraksak da bırakmasak da, Budist bir ruhani arayışçının görevi; Buddha’nın yaptığı gibi dünyevi zevklere duyulan bağımlılığının üstesinden gelerek acıyı azaltmaktır.

Acının üstesinden gelmek için; Buddha doğum, yaşlanma, hastalık, ölüm, yeniden doğum, hüzün ve zihin karşıklığının doğasını anlamak istedi. Bunun genişletilmiş bir uyarlaması, daha sonra savaş arabası sürücüsü Channa’nın Buddha’yı şehirde bir gezintiye çıkarması ile ilgili bir bölüm olarak ortaya çıktı. Hasta, yaşlı, ölü ve dünya nimetlerinden kendini çekmiş kişileri gördüğünde, onların ne olduğunu Buddha’ya Channa anlattı. Bu sayede, Buddha herkesin deneyimlediği hakikî acıyı ve bu acıdan olası çıkış yolunu net bir şekilde tespit edebildi.

Ruhani yolda savaş arabası sürücüsünden gelen yardımın anlatıldığı bu bölüm, Bhagavad Gita’da Arjuna’nın (Tib. Srid-sgrub) savaş arabasının sürücüsü olan Krishna (Tib. ‘Dom-pa nag-po) tarafından bir savaşçı olarak görevini yerine getirmesi ve akrabalarına karşı savaşmasının gerekliliğine dair öğütler aldığı bölümlerle benzerlik taşır. Hem Budist hem de Hindu örneklerinde, bize tanıdık gelen rahat yaşamlarımızın oluşturduğu duvarların ötesine geçerek asıl görevimiz olan gerçeği aramaktan asla vazgeçmememiz gerektiğine dair derin bir anlam görebiliriz. Her iki örnekte de muhtemelen savaş arabası zihni kurtuluşa yönelten aracı, sürücünün sözleri de aracı harekete geçiren itici gücü, yani gerçekliğin hakikatini temsil eder.

Dersler ve Aydınlanma

Cinsel hayattan uzak ruhani bir gezgin olarak Buddha, zihinsel dengenin (Tib. bsam-gtan, San. dhyana) ve biçimden uzak içe çekilmenin massetmenin [İng. absorption, çn.] çeşitli katmanlarına ulaşabilmek için iki öğretmenle çalıştı. Mükemmel yoğunlaşmanın derin aşamalarına ulaşarak, temel acı ya da sıradan dünyevi mutluluğu bile deneyimlemenin ötesine geçtiği halde tatmin olmadı. Bu yüksek aşamalar, yozlaşmış duygulardan sürekli değil, geçici bir ferahlık sağlıyordu ve kesinlikle üstesinden gelmek için aradığı daha derindeki evrensel acıları ortadan kaldırmıyordu. Daha sonra beş yoldaşıyla birlikte aşırı çilecilik uygulamaları yapmaya başladı; ancak bu da daha derindeki, örneğin kontrol edilemez biçimde tekrarlanan yeniden doğuş (Tib.‘khor-ba, San. samsara) gibi sorunları ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Buddha’nın altı yıllık orucunu Nairanjana Nehri’nin (Tib. Chu-bo Nai-ranyja-na) kıyısında genç bir kız olan Sujata’nın (Tib. Legs-par skyes-ma) sunduğu bir tas sütlü pirinçle bozması hadisesi, yalnızca daha sonraları anlatılan betimlemelerde karşımıza çıkar.

Bizler için Buddha’nın örneği, meditasyonda sadece sukûnet veya – uyuşturucular gibi sahte araçlarla elde edilen deneyimler dâhil – “uçuş” haliyle yetinmememiz gerektiğine işaret eder. Derin transa geçmek veya kendimizi cezalandırmak ya da işkence etmek de çözüm değildir. Kurtuluş ve aydınlanma için yolun sonuna dek gidilmesi ve bu hedefe ulaşmada bizi geri bırakacak ruhsal yöntemlerle yetinilmemesi gerekir.

Çileciliği reddettikten sonra, korkunun üstesinden gelmek için Buddha, ormanda tek başına meditasyon yaptı. Korkunun temelinde, zevk ve eğlence için sürdürülen takıntılı arayışın altında yatan nedenlerden çok daha güçlü olan kendini her şeyden değerli görme tutumu ve bu imkânsızca varolan “ben”e sıkı sıkıya tutunma eğilimi yatar. Bu nedenle, milattan sonra onuncu yüzyılda yaşamış Hintli usta Dharmarakshita (Dharma-rakshi-ta) Keskin Silahların Çarkı (Tib. Blo-sbyong mtshon-cha’i ‘khor-lo) adlı eserinde zehirli bitkilerle dolu bir ormanda gezinen tavuskuşları benzetmesiyle bodhisattvaların arzu, öfke, tecrübesizlik gibi duyguları kullanıp dönüştürmesini ve bu sayede kendilerini her şeyden değerli görme ile bu imkânsızca varolan “ben”e sıkı sıkıya tutunma eğiliminden kurtulmalarını tasvir etmişti.

Uzun meditasyonlardan sonra, Buddha otuz beş yaşında tam ve eksiksiz aydınlanmaya erişti. Daha geç dönem metinleri, bugün Bodh Gaya (Tib. rDo-rje gdan) olarak bilinen yerde bodhi ağacının (Tib. byang-chub-kyi shing) altında, Mara’nın (Tib. bDud) saldırılarını başarıyla bertaraf ederek aydınlanmaya erişmesinin ayrıntılarını vermiştir. Kıskanç tanrı Mara, Buddha’nın aydınlanmasını önlemek için korkutucu ve baştan çıkarıcı türlü şekillere bürünerek, bodhi ağacının altındaki meditasyonunu bozmaya çalışmıştı.

En erken döneme ait kayıtlarda, Buddha’nın üç çeşit bilgiye ulaşarak aydınlandığı kabul edilir: kendi geçmiş yaşamlarının, başka herkesin karma ve yeniden doğuşunun, ve Dört Yüce Gerçeğin Hakikatin [veya Dört Yüce Gerçeğin, çn.] tam ve eksiksiz bilgisi. Geç dönem metinleri, aydınlanmayla birlikte her şeyi mutlak olarak bilme yetisine ulaştığını belirtir.

Öğretme ve Manastır Düzenini Oluşturma

Kurtuluşa ve aydınlanmaya ulaştıktan sonra Buddha, başkalarına da aynı sonuca ulaşmaları için yol göstermek konusunda tereddüt etti. Hiçkimsenin anlayamayacağını hissediyordu. Ancak Hint tanrıları Brahma (Tib. Tshang-pa) ve Indra (Tib. dBang-po) ona öğretmesi için ricada bulundu. Hinduizm’de daha sonra gelişen Brahmanik öğretilere göre; Brahma, evrenin yaratıcısı ve Indra da Tanrıların Kralı’ydı. Ricada bulunurken Brahma; eğer öğretmezse dünyanın bitmez tükenmez acılar içinde kalmaya devam edeceğini, en azından bazılarının onun sözlerini anlayabileceğini söyledi Buddha’ya.

Bu ayrıntı, kendi zamanında Hint ruhani geleneklerinin yöntemlerine baskın çıkan Buddha’nın öğretilerinin üstünlüğünü gösteren hiciv niteliğinde bir öğe olabilir. Ne de olsa en yüksek tanrılar bile dünyanın Buddha’nın öğretilerine ihtiyacı olduğunu kabul ediyordu; zira onlar da herkesin acısına daimi bir son verecek yöntem bilmiyordu ve bizim gibi sıradan takipçilerin bu öğretilere daha da çok ihtiyacı vardı. Dahası, Budist betimlemelerde Brahma kibirli gururu simgeler. Kendisinin her şeye muktedir bir yaratıcı olduğuna dair hatalı inancı, kişinin kendine dair varsaydığı imkânsız “ben” – yani, hayatta her şeyi kontrol edebileceğini sanan “ben”i örnekleyen bir simgedir. Bu muğlâk inanç, kaçınılmaz olarak hüsran ve acıyı getirecektir. Sadece Buddha’nın hepimizin nasıl varolduğuna dair öğretileri bu hakiki acıyı ve acının gerçek nedenini sahiden durdurmak için bir yol sunar.

Brahma ve Indra’nın ricasını kabul eden Buddha, Sarnath’a giderek Geyik Parkı’nda (Tib. Ri-dags-kyi gnas, San. Mrgadava) beş eski yoldaşına Dört Yüce Gerçeği Hakikati öğretti. Budist betimlemelerde geyik nezaket ve güzelliği temsil eder ve böylelikle Buddha’nın hazcılık ve çileciliğin aşırılıklarından kaçınan ılımlı tarzını yansıtır.

Kısa sürede, yakınlardaki Varanasi’den (Tib. Va-ra-na-si) bir grup genç adam da Buddha’ya katılarak cinsellikten uzak duran kuralları izleyen, dilenci ruhani gezginler haline geldiler. Birer mürit olan ebeveynleri de sadaka vererek grubu desteklemeye başladı. Bir üye yeterince eğitildikten ve ehil hale geldikten sonra, Buddha onu başkalarına da öğretmesi için yollardı. Bu sayede Buddha’nın dilenci takipçileri hemen büyüdü ve kısa sürede çeşitli yerlere yerleşerek ayrı manastır toplulukları oluşturdular.

Buddha bu manastır topluluklarını pratik ilkelerle örgütledi. Rahipler – eğer bu erken dönemi anlatmak için bu sözcüğü kullanabilirsek – , kendi topluluklarına kabul etmek üzere aday seçebilirlerdi; ancak seküler yetkililerle çatışmamak için bazı kısıtlamalara uymak durumundaydılar. Buna göre Buddha; suçluları, ordu gibi kraliyete ait görevlerde bulunanları, azat edilmemiş köleleri ve cüzzam gibi bulaşıcı hastalıklara sahip olanları manastır topluluklarına kabul etmedi. Yirmi yaşın altındakilerin katılmalarına da müsade edilmedi. Buddha sıkıntılı durumlardan kaçınarak, halkın manastır topluluklarına ve Dharma öğretilerine saygı duymasını sağlamlaştırdı. Bu durum bizlere, Buddha’nın takipçileri olarak yerel âdetlere karşı saygılı olmamızı ve saygın bir şekilde davranmamızı öğütler ki insanlar da Budizm hakkında iyi bir izlenim edinerek saygı gösterebilsin.

Çok geçmeden Buddha, Bodh Gaya’nın bulunduğu Magadha Krallığı’na (Tib. Yul ma-ga-dha) geri döndü. Hamisi ve müridi haline gelen Kral Bimbisara (Tib. gZugs-can snying-po) tarafından başkent Rajagrha’ya (Tib. rGyal-po’i khab) davet edildi – günümüzde; Rajgir. Burada arkadaşları Shariputra (Tib. Sha-ri’i bu) ve Maudgalyayana (Tib. Mo’u dgal-gyi bu) da Buddha’nın büyüyen topluluğuna katıldılar ve onun en yakın müritleri oldular.

Aydınlanışından sonraki bir sene içinde Buddha, kendi memleketine, bir şehir-devleti olan Kapilavastu’ya döndü ve oğlu Rahula kendisine katıldı. Buddha’nın yarı kardeşi, yakışıklı Nanda (Tib. dGa’-bo) evi terk ederek daha önce ona katılmıştı. Buddha’nın babası Kral Shuddodana, ailenin soyu bu şekilde kesildiği için çok üzgündü ve Buddha’dan gelecekte her evladın mutlaka ebeveyninden izin alarak manastır topluluğuna katılması için ricada bulundu. Buddha bu dileği kabul etti. Hikâyenin bu kısmı Buddha’nın kendi babasına karşı ne kadar zalim olduğunu değil; özellikle kendi ailelerimiz içinde Budizm’e karşı kötü bir niyet oluşmamasının ne kadar önemli olduğunu göstermektir.

Daha geç dönemde ortaya çıkan bir diğer ayrıntı da Buddha’nın ailesiyle fizik ötesi güçlerini kullanarak “Otuz Üç Tanrının bulunduğu Cennet’te”, karşılaşması ya da bazı kaynaklara göre Tushita Cenneti’ne (Tib. dGa’-ldan) giderek orada yeniden doğan annesine öğretisini anlatmasıdır. Bu anlatı, anne şefkatinin kıymetini takdir etmek ve buna mukabele etmenin önemini gösterir.

Manastır Düzeninin Gelişmesi

Buddha’nın erken dönem rahip toplulukları, yirmi kişiden fazla olmayan ufak gruplardı. Bunların her biri kendi içinde bağımsızdı ve sadaka aramak için yola çıkan rahiplerin takip etmekle yükümlü olduğu kurallara sahipti. Her topluluğun eylemleri ve kararları, anlaşmazlıkları önlemek için tüm üyelerin oybirliğiyle alınıyordu. Hiçkimse tek yetkili olarak belirlenmiyordu; aksine Buddha onlara tek otorite olarak Dharma öğretisini kabul etmelerini öğretmişti. Gerekirse manastır disiplininin kendisi bile değişebilirdi; fakat bu değişiklikler ancak topluluğun tümünün görüş birliğine istinaden yapılabilirdi.

Kral Bimbisara, Buddha’nın Jain’ler (Tib. gCer-bu-pa) [Jain veya Cain olarak okunur, çn.] gibi diğer ruhani dilenci topluluklarının örneğin her ayın ilk çeyreğinde toplanmak (Tib. gso-sbyong, San. uposhadha) gibi bazı âdetlerini benimsemesini önerdi. Bu âdete göre, ruhani topluluğun üyeleri her ayın ilk dördününün başlangıcında öğretileri tartışmak üzere toplanırdı. Buddha bunu kabul etti; bu da onun, dönemin bazı âdetlerini takip etmekle ilgili önerilere açık olduğunu gösterir. Aslında, Buddha kendi ruhani topluluğunun çoğu taraflarını ve kendi öğretisinin yapısını Jain’lerden örnek alarak oluşturdu. Jain’liğin kurucusu Mahavira, Buddha’dan yaklaşık yarım yüzyıl önce yaşamıştı.

Shariputra çok geçmeden Buddha’ya manastır disiplinini düzenleyen kuralları oluşturmasını rica etti. Fakat Buddha belirli sorunlar ortaya çıkana ve ancak bundan sonra benzer durumların tekrar yaşanmaması için ilgili bir yemin tesis etmek üzere beklemeyi tercih etti. Buddha bu tutumunu; hem yapıldığında herkes için zararlı, doğal olarak yıkıcı eylemler, hem de etik olarak nötr, ancak belirli kişiler için belirli durum ve sebeplerle yapılması yasak olan eylemler için de sürdürdü. Böylece, disiplin kuralları (Tib. ‘dul-ba, San. vinaya) pratik ve belli olaylar için formüle edilmiş oldu; zira Buddha’nın asıl dikkate aldığı nokta, olası sorunlara ve kırgınlık veya cürüm oluşmasına mani olmaktı.

Bu disiplin kuralları çerçevesinde Buddha, her ayın ilk dördününde yapılacak manastır toplantılarında tüm yeminlerin tekrarlanması ve kurallara karşı hareket edenlerin bunu açıkça itiraf etmelerine yönelik bir uygulama getirdi. Topluluktan atılmaya neden olacak hareketler, en ciddi kural ihlallerinden oluşturuldu; diğer durumlarda ise sadece cezanın tecili nedeniyle yaşanan utanç yeterli sayıldı. Daha geç dönemlerde, bu toplantılar ayda iki kez yapılmaya başlandı.

Buddha’nın başlattığı bir diğer gelenek de rahiplerin tek bir bölgede kalarak yolculuk yapmaktan sakındıkları üç aylık yağmur mevsimi inzivasıydı (Tib. dbyar-gnas, San. varshaka). Amaç; yollar, yağmur nedeniyle oluşan selle sular altında kaldığında, ekinlerin zarar görmemesi için rahiplerin tarlalarda yürümesini engellemekti. Yağmur mevsimi inzivası uygulamasının sürmesi, zamanla sabit manastırların yapılmasına yol açtı. Bu gelişme de yine ruhban olmayan yerel halka herhangi bir zarar vermemek ve saygılarını kazanmak için ortaya çıktı. Sabit manastırların inşası pratik nedenlerden de tercih edildi.

İkinci yağmur mevsimi inzivasından itibaren Buddha yirmi beş yağmur sezonu inzivasını Koshala Krallığı’nın (Ko-sa-la) başkenti Shravasti’nin (Tib. gNyan-yod) dışında yer alan Jetavana Korusu’nda (Tib. rGyal-bu rgyal-byed-kyi tshal) [İng. Jeta's Grove, çn.] geçirdi. Burada tüccar Anathapindada (Tib. mGon-med zas-sbyin), Buddha ve rahipleri için bir manastır inşa ettirdi ve Kral Prasenajit (Tib. rGyal-po gSal-rgyal) de topluluğu himayesine aldı. Jetavana’daki bu manastır, Buddha’nın hayatındaki pek çok önemli olaya sahne oldu. En ünlüsü; zamanın Budist olmayan altı büyük okulunun liderlerini, mucizevî güçlerin sergilendiği bir münazarada alt etmesidir.

Günümüzde hiçbirimiz bu tarz mucizevî başarılar gösteremiyor olabiliriz. Ancak Buddha’nın mantıktan ziyade, bu güçleri kullanarak karşıtlarını alt etmesi şunu gösterir; eğer karşımızdaki kişilerin zihinleri akıl yürütme ve mantığa kapalı ise onları kendi anlayışımızın doğruluğuna ikna etmenin en iyi yolu kendi idrakimizin düzeyini eylemlerimiz ve davranışlarımızla göstermektir. İngilizce’de geçen “Eylemler kelimelerden daha yüksek sesle konuşur” deyiminde olduğu gibi…

Rahibeler için Manastır Kurumunun Kurulması

Buddha daha sonraki öğretmenlik hayatı süresinde Vaishali’de (Tib. Yangs-pa-can) teyzesi Mahaprajapati’nin (Tib. sKye-dgu’i bdag-mo chen-mo) ricası doğrultusunda rahibeler için bir topluluk oluşturdu. Başlarda böyle bir oluşum için isteksizdi, ancak daha sonra eğer rahibeler için rahiplerden daha fazla sayıda yemin düzenlerse bunun olabileceğine karar verdi. Böyle yaparak Buddha, kadınların erkeklerden daha disiplinsiz olduğunu ve daha fazla yeminden sorumlu olduklarında daha iyi eğitileceklerini kastetmiyordu. Tersine, kadınlardan oluşan bir topluluk kurarsa, bunun kötü şöhrete yol açacağından ve öğretilerinin vaktinden önce sona ereceğinden korkuyordu. Buddha, her şeyden önce toplumun saygısını yitirmekten kaçınıyordu ve rahibelerin oluşturacağı topluluk da her şeyden önce ahlaksız davranışların yaratacağı her türlü şüpheden arınmış olmalıydı.

Buna rağmen Buddha, genel olarak kurallar oluşturmakta isteksizdi ve daha az önemli olanların, gereksiz görüldüğünde kaldırılmalarını destekliyordu. Bu tutumu iki hakikatin dinamiğini gösterir – en derindeki hakikat ve buna rağmen yerel âdetlerle uyumlu olan geleneksel göreceli hakikate saygı. En derindeki hakikat uyarınca, rahibeler topluluğunun oluşturulmasında hiçbir sakınca yoktu; ancak sıradan insanların Budist öğretileri hakir görmesini önlemek için rahibelere daha fazla disiplin kuralı getirildi. En derindeki hakikatte, toplumun ne söylediği önemli olmasa da, geleneksel göreceli hakikat yine de Budist topluluk için toplumun saygı ve güvenine layık olmak açısından önemliydi. Bu nedenle, modern zamanlarda ve toplumlarda rahibelere ve genel anlamda kadınlara veya Budist âdetleri takip eden azınlık gruplarına herhangi bir önyargı gösterilirse ve bu Budizm’e yönelik bir hakir görme halini alırsa, Buddha’nın örneği onlara dönemin kurallarına uygun hareket etmeleri açısından değişiklik yapabileceklerini söyler.

Ne de olsa, hoşgörü ve şefkat Buddha’nın öğretilerinin anafikridir. Örneğin Buddha daha önce diğer dini toplulukları destekleyen yeni öğrencilerinin bu grupları desteklemeye devam etmesini teşvik etmiştir. Budist topluluk içinde de, tüm bireylerin birbirlerini gözetmesini istemiştir. Eğer bir rahip hastalanırsa, diğer rahipler ona bakmalıdır; zira hepsi Budist ailenin birer üyesidir. Bu ruhban olmayan Budistler için de oldukça önemli bir ahlaki kuraldır.

Buddha’nın Öğretici Yöntemi

Buddha hem yaşam biçimi hem de sözleriyle insanlara öğretmiştir. İkincisi için gruplara veya şahıslara dair olmak üzere iki yöntem izlemiştir. Öğretilerini gruplarla paylaşırken sıklıkla dinleyenlerin sonra daha iyi hatırlayabilmesi için her hususu farklı sözcüklerle tekrarlayarak bir söylev şeklinde açıklamayı tercih etmiştir. Ancak kişisel direktif veriyorsa ki bu sıklıkla kendinin ve rahiplerinin davet edildiği bir evde öğle yemeği sonrası olurdu, Buddha daha değişik bir yöntem izlerdi. Dinleyenin görüşüne meydan okumadan ve karşı çıkmadan kişinin bakış açısını izleyerek ona sorular sorar ve dinleyenin fikirlerini netleştirmesini sağlardı. Bu sayede Buddha o kişinin kendi konumunu geliştirmesine ve yavaş yavaş hakikat hakkında daha derin bir kavrayışa ulaşmasına rehberlik ederdi. Buna bir örnek; Buddha’nın rahip Brahmin kastının gururlu bir üyesini asıl üstünlüğün içinde doğulan kasttan değil, kişinin kendi iyi özelliklerini geliştirmesinden kaynaklandığını anlamaya yöneltmesidir.

Bir diğer örnek de ölen bebeğini Buddha’ya getirerek ona çocuğunu hayata döndürmesi için yalvaran acılı annenin hikâyesidir. Buddha kadından kendisine ölümün hiç ziyaret etmediği bir evden bir hardal tohumu bulup getirmesini ister ve eğer getirirse ne yapabileceğine bakacağına söz verir. Kadın kapı kapı dolaşsa da hiç kimsenin ölmediği bir ev bulamaz. Yavaş yavaş, herkesin bir gün öleceğinin farkına varan kadının bu sayede çocuğunun törenle yakılmasına biraz daha iç huzuru duyarak katlanabildiği söylenir.

Buddha’nın öğretme yöntemi bizlere birebir sorunlarla karşılaştığımızda insanlara yardım edebilmemiz için en iyi yöntemin doğrudan çatışma ve yüzleştirme içermeyen yollar olduğunu gösterir. En etkilisi, onlara kendilerince düşünüp karar verebilmeleri için yardım etmektir. Ancak, öğretileri öğrenmek isteyen insanlar için net ve açık bir şekilde açıklama yapmalıyız.

Video: Dr Alan Wallace — “Uyanık mıyız Rüyada mı?”
Altyazı seçeneğini aktif hale getirmek için lütfen video ekranının alt sağındaki “CC” ibaresine tıklayınız. Altyazı dilini değiştirmek için lütfen “Settings/Seçenekler” kısmına tıklayıp daha sonra “Subtitles/Altyazı” seçeneğini tıklayarak tercih ettiğiniz dili seçiniz.

Buddha’ya Karşı Kurulan Komplolar ve Bölünmeler

Buddha’nın ölümünden yedi yıl önce, kıskanç kuzeni Devadatta (Tib. Lhas-byin), onun yerine geçerek topluluğun başı olmak için bir komplo kurdu. Benzer şekilde, Magadha’yı yöneten Kral Bimbisara’nın oğlu Prens Ajatashatru (Tib. Ma-skyes dgra) da babasını devirmek için entrika çeviriyordu. Böylece ikisi birlikte hareket ettiler. Ajatashatru, Bimbisara’yı öldürmek için bir girişimde bulundu ve netice olarak kral, oğlu lehine tahttan çekildi. Ajatashastru’nun başarısını gören Devadatta ondan Buddha’ya suikastte bulunmasını istedi; ancak Buddha’yı öldürmek için yapılan tüm girişimler başarısız oldu.

Devadatta daha sonra kuzeninden daha “kutsal” olduğunu iddia ederek rahipleri Buddha’dan uzaklaştırmak istedi ve bu sayede daha sert disiplin kurallarını uygulamaya koydu. Milattan sonra dördüncü yüzyılda Theravada ustası Buddhaghosa’nın yazdığı Arınma Yolu’na (Pali: Visuddhimagga) göre Devadatta’nın rahipler için önerileri şunlardı:

  • Paçavra ve bez parçalarıyla dikilen giysiler giymek,
  • Yalnızca üç parça giymek,
  • Sadaka ile yaşamak ve yemek davetlerini kabul etmemek,
  • Sadaka için hiçbir evi atlamamak,
  • Bir seferde ne kadar sadaka topladıysa onları yemek,
  • Yalnız kendi sadaka tasından yemek yemek,
  • Diğer yemekleri reddetmek,
  • Yalnızca ormanda yaşamak,
  • Ağaçların altında yaşamak,
  • Evlerde değil, açık alanda yaşamak,
  • Genellikle ölülerin yakıldığı yerlerde kalmak,
  • Bir yerden diğerine giderken, nereyi bulursa orada kalmaktan devamlı memnun olmak,
  • Her zaman oturur pozisyonda uyumak ve uzanarak uyumamak.

Buddha, bu ek disiplin kurallarını rahipler izlemek isterlerse yapabileceklerini; ancak kimsenin buna zorunlu olmadığını söyledi. Buna rağmen bir grup rahip, Devadatta’yı izlemeyi tercih ederek Buddha’nın topluluğundan ayrıldı ve kendi topluluklarını oluşturdu.

Theravada okulunda, Devadatta’nın koyduğu ek disiplin kurallarına “gözetilen pratiklerin on üç kolu” (Pali: dhutanga) adı verilir. Örneğin bugün Tayland’da hâlâ bulunan orman keşişliği okulu, bu uygulamadan türemiş görünmektedir. Buddha’nın öğrencisi Mahakashyapa (Tib. ‘Od-bsrung chen-po) bu daha katı disiplini takip eden en ünlü uygulayıcılardan biriydi. Bu tarz disiplin uygulamalarının çoğu Hindu geleneğindeki gezgin kutsal kişilerce (San. sadhu) de gözetilmiştir. Uygulamaları Buddha’nın zamanda da varolan ruhaniliğin peşindeki gezgin dilencilik geleneğinin devamı gibi görünmektedir.

Mahayana okullarının da gözetilen pratiklerin on iki hususunu (Tib. sbyangs-pa’i yon-tan, San. dhutaguna) içeren benzer bir listesi vardır. Bu liste “sadaka için hiçbir evi atlamamak” kuralını dışarıda bırakarak “çöpe atılan giysileri giymek” kuralını ekler ve “sadaka ile yaşamak” ile “yalnız kendi sadaka tasından yemek yemek” kuralını tek bir kural sayar. Bu disiplin daha sonraları Hint geleneği içindenin hem Hinduizm hem de Mahayana Budizmi’nden büyük hünerlere vakıf olmuş tantrik uygulayıcılar (Tib. grub-thob chen-po, San. mahasiddha) tarafından da takip edilmiştir.

O halde, oluşturulan bir Budist gelenekten ayrılarak bir başkasını oluşturmak, – diyelim modern terimler kullanırsak; ayrı bir Dharma merkezi kurmak – bir sorun değildi. Bunu yapmak, kendi içinde, beş utanç verici suçtan (Tib. mtshams-med lnga) biri sayılan “manastır kurumu içinde hizipçilik” yaratmak anlamına gelmiyordu. Ancak Devadatta bu tarz bir bölünme yaratarak suç işlemiş oldu; çünkü koparak ona katılan grup, Buddha’nın manastır topluluğuna karşı aşırı kötü niyetlerini muhafaza ederek ağır şekilde tenkide devam etti. Bazı kaynaklara göre bu bölünmenin kötü niyeti birkaç yüzyıl boyunca devam etti.

Bu bölünmenin aktarılışı, Buddha’nın sıradışı biçimde hoşgörülü ve köktendincilikten uzak duruşunu gösterir. Eğer takipçileri kendi oluşturduğundan daha katı bir disiplin kodu benimsemek istediyse bunu kabul ederdi ve eğer böyle bir istekleri yoksa bunu da kabul ederdi. Hiçkimse Buddha’nın öğrettiklerini uygulamak zorunda değildi. Bir rahip veya rahibenin, manastırdan ayrılmak istemesi de makbuldü. Ancak son derece yıkıcı olan şey; Budist topluluğu, özellikle de manastır topluluğunu ikiye veya daha fazla gruba bölerek, birinin bir diğerine karşı kötü niyet beslemesi ve diğerine zarar vererek itibarını düşürmeye çalışmasıdır. Bu çatışan gruplardan birine sonradan katılmak ve diğeri için yürüttükleri nefret kampanyasına dâhil olmak bile fazlasıyla zarar vericidir. Ancak eğer gruplardan biri yıkıcı ve zarar verici eylemlerde bulunuyor ve zarar verici kurallar uyguluyorsa, o halde insanları bu gruba katılmanın tehlikeleri hakkında uyarmak üzere de şefkat duymak gerekir. Ama bunu yaparken kişinin niyetinin asla öfke, nefret ve intikam istenciyle karışmamış olması gerekir.

Buddha’nın Vefatı

Buddha kurtuluşa erdikten sonra önlenemez sıradan ölüm deneyiminin ötesine geçmiş olsa da; yine de seksen bir yaşında takipçilerine her şeyin geçici olduğunu öğretmenin faydalı olacağına kanaat getirerek, bedeninden ayrılmaya karar verdi. Bunu yapmadan önce kendisine eşlik eden Ananda’ya (Tib. Kun-dga’-bo) yaşaması ve daha fazla öğretmesi için rica etmek üzere bir fırsat verdi; ancak Ananda, Buddha’nın imasını anlamadı. Bu durum Buddha’nın yalnızca istendiği zaman öğrettiğini ve eğer hiçkimse sormuyor ve ilgilenmiyorsa, daha faydalı olabileceği başka bir yere gitmek üzere ayrılacağını gösterir. Öğretmenin varlığı ve öğrettikleri öğrencilere bağlıdır.

Buddha, Kushinagara’da (Tib. Ku-sha’i grong-khyer, gNas rtsva-mchog) bulunan Chunda’nın evinde kendisine ve rahiplerine sunulan yemeğin ardından ölümcül şekilde hastalandı. Hasta yatağında rahiplerine, eğer şüpheleri ve cevaplanmamış soruları varsa, Dharma öğretisine ve ahlak disiplinine güvenmelerini söyledi. Artık öğretmenleri bunlar olacaktı. Bu sayede Buddha herkese öğretiden kendisine uygun düşen kısmı bulmasını salık vermiş oluyordu. Ardından Buddha vefat etti.

Chunda kendisinin Buddha’yı zehirlediğini düşünerek perişan olmuştu. Ancak Ananda ev sahibini teselli ederek, Buddha’ya ölmeden önce son yemeğini sunmasının meziyetini ve olumlu katkısını anlattı.

Buddha’nın naaşı yakıldı ve külleri özellikle daha sonra dört en önemli Budist hac yeri haline gelecek olan stupalara – kutsal emanetlerin saklandığı anıtlar – yerleştirildi:

  • Lumbini; Buddha’nın doğduğu yer,
  • Bodh Gaya; Buddha’nın aydınlandığı yer,
  • Sarnath; Dharma öğretisini ilk anlattığı yer,
  • Kushinagara; vefat ettiği yer.

Özet

Buddha’nın yaşamı farklı Budist okullarda değişik açılardan ele alınmıştır. Bu farklılıklar her geleneğin Buddha’yı nasıl anladığı ve onun örneğinden yola çıkarak neler öğrenebileceğimiz üzerinedir.

  • Hinayana yorumları sadece tarihsel Buddha’dan bahseder. Buddha’nın kendi üzerinde aydınlanmaya erişmek için yaptığı yoğun çalışmalara bakarak normal kişiler olarak bizlerin de aynısını yapabileceğimizi fark eder ve çaba sarf etmemiz gerektiğini öğreniriz.
  • Genel Mahayana yorumlarına göreyse Buddha aydınlanmaya çağlar önce erişmiştir. Bizlere aydınlanmanın ebediyen herkes için yarar sağlamak olduğunu öğretmek üzere 12 aydınlatıcı eylemde bulunduğu bir yaşam içerisinde tezahür etmiştir.
  • Anuttarayoga tantra yorumlarına göre ise Buddha eş zamanlı şekilde hem Shakyamuni [Şakyamuni okunur, çev.] olarak Prajnaparamita Sutra’ları olarak bilinen Kapsamlı Ayırt Edici Farkındalık Üzerine Sutra’ları hem de Vajradhara olarak tantraları öğretmiştir. Bu tantra uygulamalarının tamamen Madhyamaka boşluk (var olmama) öğretilerine dayandığına atıfta bulunur.

Bu sayede Buddha’nın yaşamı ile ilgili bütün bu değişik açılardan bilgiler edinir ve çeşitli aşamalarda ilham alırız. 

Top